Son bir hafta içinde, haksızlığa tanık oldunuz mu ama "bana ne" deyip geçtiniz mi?
Eğer cevabınız "evet" ise, bu yazı tam size. Eğer "hayır" diyorsanız... belki de kendinize yeterince dürüst bakmadınız. Çünkü hepimiz, az ya da çok, bu tuzağa düşüyoruz. İ
nsanların vicdanı ne zaman sustu, kötülük ne zaman gürültüsüzce büyümeye başladı?
Bu sorunun cevabını belki de Anadolu’nun kadim bir atasözünde bulmak mümkün: “Bana değmeyen yılan bin yaşasın.” Siz bu sözü kaç kez kullandınız? Ya da içinizden geçirdiniz?
İlk bakışta bu söz, temkinli, hatta bilgece bir mesafe koyma tavrı gibi görünebilir. Hatta zarar görmemeyi amaçlayan bir yaşam felsefesini yansıttığı düşünülebilir. Fakat derinlere indikçe, bu sözün temelindeki içine yerleşmiş etik boşluğu, bireyciliğin körlüğünü ve toplumsal çözülmenin tohumlarını taşıdığını görürüz.
Bu söz, bencilliğin maskesi, tarafsızlığın sahte konforudur.
Bu sözün ardında yatan temel dürtü, insanın kendini koruma içgüdüsüdür. Fakat bu içgüdü, etik sınırı aştığı anda bencilliğe dönüşür.
“Bana dokunmayan kötülük, kötülük değildir” yaklaşımı, bireyi yalnızca bir seyirci değil, aynı zamanda o suçun dolaylı bir ortağı hâline getirir.
Sokrates şöyle der: “Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez.”
Ve ne yazık ki bu atasözü, sorgulanmamış bir yaşam biçiminin adeta manifestosudur. Çünkü “bana değmediği sürece” olan biteni görmezden gelmek, yalnızca bireyin ahlaki sorumluluğunu aşındırmakla kalmaz, toplumun da geleceğini tehlikeye atar.
Modern dünyada bu tavır; kötülüğü normalleştirmek, sırf konfor alanı bozulmasın diye haksızlığa sessiz kalmak ve olan biteni bir film gibi izlemek anlamına geliyor.
Halbuki Hannah Arendt’in ifadesiyle: “Kötülük, sıradan insanların düşünmeyi bırakmasıyla büyür.”
“Bana değmeyen yılan” yaklaşımı, bireyi toplumsal bir varlık olmaktan çıkarıp, kendi küçük çıkarını kutsayan bir varlık haline getirir. Bu durum, çağımızın bireyci felsefesiyle de çarpıcı biçimde örtüşür.
Oysa Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğu bize şunu hatırlatır: “İnsan, kendi eylemleriyle kendisini tanımlar.” Yani bir olaya müdahil olmamak da bir seçimdir, bir eylemdir. Atalarımızın dediği gibi, “Sükût ikrardan gelir”. Dolayısıyla sessiz kalmak, aslında olan bitene rıza göstermek, onu zımnen onaylamaktır.
Yılanın size dokunmaması, onun başkalarını sokmadığı anlamına gelmez. Bugün bir başkasına zarar veren kötülüğe sessiz kalmak, yarın sizin kapınızı çalacak felakete davetiye çıkarmaktır.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta şöyle seslenir: “İnsanın içiyle dışı arasında bir duvar örülürse, orada sevgi barınmaz”
Bugün o duvarları ekranlarla, bireysel konfor alanlarımızla, “bana dokunmayan” tavrımızla örüyoruz. Artık bir dostun derdi bile telefondaki basit bir bildirim sesine dönüşmüş durumda. Oysa insan olmak, en temelde “başkasının acısını duyabilme yetisi” değil midir?
Yılanı yaşatan, sadece korkumuz değil, ‘duyarsızlığımızın sistematikleşmiş hâli’dir. Biz “bin yaşasın” derken, aslında kendi ahlaki refleksimizi de yavaş yavaş öldürüyoruz.
Albert Camus bu noktada son sözü söyler gibidir: “Dünyadaki tüm sorunlar, iyi insanların susmasından kaynaklanır.”
Bu yüzden ahlaki olan, sadece bize dokunanı değil, başkalarına dokunanı da önemsemektir. Zira vicdanın pusulası, bizimle sınırlı değildir.
Elbette yılan burada yalnızca bir metafor: haksızlık, çıkarcılık, ikiyüzlülük... Eğer bunlara karşı çıkmazsak, bir gün bu yılanlar evimize kadar sokulacak. Ve o zaman sessizliğimizin bedelini çok ağır öderken bulacağız kendimizi.
Bugün, “bana değmeyen yılan bin yaşasın” demek yerine, “bana değmese de farkındayım” diyebilmek, modern dünyanın en sade ama en radikal direnişi olmaz mı sizce de?
Evet, yılan size henüz değmemiş olabilir. Ama unutmayalım! O yılan bir gün mutlaka yön değiştirir Ve işte o gün, ne yılanın ömrü ne de bizim vicdanımız aynı kalır...