Sûfizm"in kökeninin ilk
dönemdeki mistik arayışların giydiği kalın yün cübbeler için kullanılan Arapça terimden geldiğini
söyleyenler olduğu gibi Yunanca "
Sophia" yani bilgelik sözcüğünden türediğini söyleyenler de vardır. Bunların
dışında " saf" ya da saflık sözcüklerinden türediğini tercih edenler de
olmuştur. Kökeni nereden gelirse gelsin bu görüşler sûfilerin dikkatini çekmez.
Sûfiler; her nekadar sufi
ismini Hz. Peygamber"in yolunda olanlarla ilişkilendirseler de, pek çok sûfinin Hz. Muhammed(a.s.)"den
önce geldiğini ve O"nun gelişini karşıladıklarını sıkça vurgularlar.
Sûfizm, bir din ya da dinin
tamamlayıcı bir parçası değil, tüm dinlerin ve maneviyatın kalbidir, kalbin
yoludur."Eli işte gönlü Hüda"da" sözü bunu ifade eder. Sûfi kalbini açmak için
sürekli gayret etmek zorunda olduğuna dair söylemleri yerine getirmekle
mükelleftir. Bunun da temeli zikirdir. Yani sûfi kendi benliğini, evrendeki
yerini hatırlamak açısından kutsal bir sözcüğü ya da cümleyi tekrarlaması
gerekir. En çok tekrarlanan ise " Allah"tan başka ilah yoktur" anlamına gelen
"La İlahe İllallah" cümlesidir.
Sûfizm"in gösterdiği yoldaki süreçte sûfi,
bağlılık, doğruluk, sabır, teslimiyet, aşk gibi seçkin nitelikleri bir bir
aşması gerekir. Sûfizm"de dünyevi zevkler, geçici yapıları sebebiyle mutluluğun
gölgesidir. O nedenle geçici şeylere
sahip olma yoktur. Aynı şekilde sûfinin toplumdan daha yüksek bir standarda
bağlı kalmak için çabalar sarfetme gayreti de yoktur. Başka ne varsa dışarıda
bırakmak için benlik üzerinde odaklanması gerekir sûfinin. Ne ölçüde olursa
olsun sûfi nefsaniyeti bertaraf etmesi gerekir. Bu bakımdan sufi nefsinin
nerede olduğunu sürekli bilir ve bununla ilgili ne yapabileceğini düşünür.
Kendi benliklerinden ve kişisel egolarından tümüyle sıyrılıp, bu acayip
yanlarını törpüleyip onların birer rüya izlenimlerinden öteye geçmeyen şeyler
olduğunu da kabul eder.
Ne kadar zor olursa olsun
sûfi, kin ve önyargılarını bırakmaya yönelik gayretlerini yoğunlaştırması
gerekir. Çünkü bireysel kin en yüksek gayeye yani aşkın aşkına ulaşmaya ayak
bağı olur. Bu nedenle kin ve nefret sürekli kontrol altına alınmaldır. Asla
yapmadığını söylememelidir. Birine yapmadığı bir şeyi söylerse kişisel gücünü
kaybedeceğine inanır. Sufi öğretisinde mazur görülemez bir şekilde başkalarını
yargılama, dışlama, kendi sorumluluk alanlarını aşarak başkalarına üstünlük
kurma da yoktur. Çünkü başkalarını yargıladığında, hiç kuşkusuz onları yaratan
sanatçıyı da yargılamış olur. Yapabileceği tek şey öncekileri affetmek ve
sonrakiler için af dilemektir. Bunu yaparken de Yaratanın varlığının her yerde
hazır ve nazır olduğunu, O"nun sonsuz rahmetini, merhametini ve mağfiretini
asla hatırdan çıkarmaması gerekir.
Böylece sûfi, gerçeğin ne olduğunu bilmeye,
suçluluk ve yetersizlik hislerinin ötesine geçmeye ve yalnızca hakikatın
farkına varmaya çalışır. İşte o zaman sûfi kendi içindeki aşk nehrine
erişmeyi, aşk nehrinin gönlüne akmasını
kazanmış olur. Çünkü gerçek mutluluk aşktadır. O da kişinin ruhundan olan bir
nehirdir. Yani sahibi kendi olan, mutluluğa sahip olacaktır. O nedenle sufinin
işi başka insanlar değil öncelikle kendini mükemmelleştirmektir. O
mükemmelleştikçe arınır, arındıkça berraklaşır, berraklaştıkça aşkın aşkına
vasıl olur. Bu da onu "Yaratandan ötürü Yaratanı sevme" erdemliğine
götürür. Böylece zihin güzelliğe
odaklanır ve karşısına çıkan tatsız ve rahatsız edici şeyler karşısında
güzelliğin temaşasında huzur bulur.
Tüm bu erdemlerden sonra sûfi
kendini topluluğa adaması gerekir. Bu yolda ilerledikçe sûfiliği daha da pekişir
ve belirginleşir.(Bu konuya devam edeceğiz).