"Şan, şöhret, mal, evlat
kâmilin elinde olursa şükre götürür, cahilin elinde kibre götürür. Kibirsizlik
bizim hâlimizde olsun, dilimizde değil."
Bu sözü bir yerde duyduğumda
hemen Bediüzzaman"ı rahmetle anarım. Hayatını asrın mücadelesine adayan bir
ruhtur.
Çocuk yaşta iken ilmi
zekâsıyla adı duyulmuş, kendini kıskananlar olmuş, takdir edenler olmuş,
tımarhaneye konmuş, Kosturma"da esir kalmış, sürgüne gönderilmiş,
hapishanelerde kalmış, ev hapsinde tutulmuş; o ise önce kendine sonra yanına
gelenlere iman, İslam davasını anlatmış ve uygulamanın zirvesini göstermiştir.
Her şartta kâmil insan olmanın
erdemini yaşayan bu insan, Bitlis"in Nurs köyünden ağabeyleri gibi tahsil
yolculuğuna çıkar. 14 yaşında tarihte örneği az olan bir özellikle, normalde 15
yıl süren medrese tahsilini 3 ayda bitirir ve 14 yaşında icazet alır. Medrese
eğitimiyle yetinmez. Fen bilimlerini de kendi çabalarıyla öğrenir. Onun farkı
işte buradadır. Çağın ayrıştırıcılığına dini ilimlerle fen ilimlerini
birleştirmeyle karşı çıkar ve bütün çalışmasını, gayretini bu yöne
yoğunlaştırır.
Çocuk denecek yaşta, ilim
meclislerinde gerek İslâm ilimlerinden, gerek fen bilimlerinden gelen sorulara
verdiği cevaplar, getirdiği farklı yorumlar, âlimlerle girdiği ilmî
münazaraları kazanması ona gurur vermemiş. Bu durum karşısında "Şöhret aynı
riyadır." diyip kendine teklif edilen dünya makamlarını, görevleri kabul
etmemiştir.
Bediüzzaman Said Nursi,
hayatını, sünnet-i seniye ve takva üzere sürdürmüş, inandığı doğruları
yaşamaktan önünde hapis, sürgün, baskı ve zulüm de olsa asla vazgeçmemiştir.
Böyle bir kişiliğin altındaki
gerçeği ancak aile yapısına bakmakla anlayabiliriz. Abdulkadir Geylani"nin
eşkıyalara yalan olmasın diye, elbisesinin içindeki annesinin diktiği altınları
söylemesi de bunun bir örneğidir.
On yaşındaki bir talebenin
kabiliyet ve mertliğine hayran olan Tağ Mederesesinin hocası Seyyid Nur
Muhammed, birkaç kişiyle Küçük Said"in ailesini yakından tanımak ister. Altı
yedi saatlik yayan yolculukla Nurs köyüne gelirler.
Said"in babası Mirza Efendi
evde yoktur.
Misafirleri karşılayan Nuriye
Hanım, eşi gelinceye kadar onların evin önünde oturmasını ister.
Mirza Efendi, ağızları bağlı
iki inek ve öküzle bir süre sonra gelir. Sohbet esnasında Küçük Said"in hocası,
Sofi Mirza"ya hayvanların ağızlarının bağlı olmasının sebebini sorar.
Mirza Efendi utana sıkıla
cevap verir:
"Bizim tarla uzaktır. Yolda
birçok kimsenin tarla ve mahsulünden geçiyorum. Bu hayvanların ağzı bağlı
olmazsa başkaların mahsulünden yerler. Haram lokma karışmasın diye böyle
yapıyorum."
Sofi Mirza"nın bu ince
düşüncesine şahit olan Seyyid Nur Muhammed, bu sefer annesine sorar:
"Said"i nasıl yetiştirdin?"
Nuriye Hanım, "Said"e hamile
kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de, abdestsiz onu
emzirmedim." der.
Küçük Said"in hocası şöyle
der:
"Elbette böyle bir anne ve
babadan böyle bir evlat beklenir."
Allah"ın rahmeti üzerine olsun,
şu şiirimi sunuyorum o aziz insana.
SEYDA SELİ
Yüreğin yangınıyla dudak dualar diker
Arşa yükselirken gül, dalından
gonca döker
Her yakarış Allah`a, sığın
gönül, O rahim
Sen ey dava yüklenen,
birliğinde ol kaim
Gök inişiyle yere sereserpe
uzanmış
Çıplak ağaçlar bile beyazlığı
kuşanmış
Seyrek yeşiller gibi çam
kozası askıda
Çaba, ders, dava, hizmet,
bence burda baskıda
Göl berraksı yüzünde zamanı
yüzdürüyor
Biten gece isteksiz onu gündüz
dürüyor
Savaştı bulutlarla yarış
yaparcasına
Söndü ufkun lambası inanç
kaparcasına
Doğunca Hakk ışığı yakındır
kıyam vakti
Bu asrın tebliğcisi yıllarca
zorluk çekti
Gece gündüz demedi mavzer
koldan inmedi
At sırtında: Yaz Habip, düşman
daha sinmedi!
Ey ayrılık kokusu sevdan
toprağa aktı
Her gönül ayrı ayrı sönmez
kıvılcım çaktı
Kosturma sürgün yeri, nehir ve
küçük cami
Sehpaya çıkarmadı namaz ve
inanç azmi
Ayrılık Volga kırgın akışı
hâlâ yorgun
Güneş haftalar batmaz ay ise
ona vurgun
Umutsuz gönle doğan Allah`ın
ihsanını
Doldur sevdalı kanma sessiz
kalp kazanını
Ucu keskin zemheri çınladı
sevda yeli
On dördüncü asır ki tükenmez
seyda seli